ISPARTA İL KÜLTÜR VE TURİZM MÜDÜRLÜĞÜ

Yrd.Doç. Dr. A. Yılmaz SOYYER Panel Bildirisi "HACI BEKTAŞ VELİ FELSEFESİNİN 18. VE 19. YÜZYILLARDA İNANÇ VE KÜLTÜREL YAPI OLARAK İFADESİ"

HACI BEKTAŞ VELİ FELSEFESİNİN 18. VE 19.  YÜZYILLARDA İNANÇ VE KÜLTÜREL YAPI OLARAK İFADESİ

 

                                                                                                            A.Yılmaz SOYYER

        Bektaşilik Hünkâr Hacı Bektaş Veli vasıtasıyla silsile olarak Hz. Ali’ye dayanan bir tasavvuf yoludur. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu, Rumeli ve Mısır’da tekkeler vasıtasıyla yaygınlaşmıştır. Bir tarafıyla Anadolu ve Safevi Kızılbaşlığıyla (Ocaklar) yakın bir mecrada yer alırken, diğer yanıyla “turuk-ı aliyye” adı verilen tarikatların Alevi silsileye sahip olanlarıyla yine yakın bir hat üzerinde varlığını sürdürmüştür. Ancak hem Kızılbaş zümrelerden hem de “turuk-ı aliyye”nin diğer mensuplarından farklı tarafları her zaman olmuştur. Bektaşilik, Şah Hataî, Kaygusuz Abdal, Kazak Abdal çevreli bir inanç algılamasında “Kızılbaş” olarak görülebileceği gibi, Üsküdarlı Haşim Baba, Azbî Baba, Türabî Baba ve Giridli Ali Baba benzeri mutasavvıflar temelinde İbn Arabi’nin sistemleştirdiği vahdet-i vücudun anlayışının takipçisi bir “mistik sistem” ya da Bektaşilerin hoşlandıkları nitelendirmeyle “yol” olarak da değerlendirilebilir. Bu durum Osmanlı Devletinde var olmanın zorunlu bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu zorunluluk devletle olan ilişkileri sürdürebilmek için başvurulan bir “takiyye” yani gerçeği gizleme mecburiyeti değildir. Melamilik, Mevlevilik, Halvetilik, Rifailik, Kadirilik gibi diğer Alevi silsileli “tasavvuf yolları”yla kurulan samimi münasebetlerin doğal bir sonucudur. Aynı biçimde Abdal Musa, Dede Garkın, Hubyar Sultan gibi ocaklarla olan ilişki de -açık veya gizli, ama -her zaman devam edegelmiştir. Sosyolojik bir gerçeklik olarak şu söylenebilir ki hem Bektaşilik diğerlerini etkilemiş hem de öbür ocaklar ve tarikatler Bektaşiliğe tesir etmişlerdir. Yukarıda isminden söz ettiğimiz dört Bektaşi mürşidinden Üsküdarlı Haşim Baba köken olarak Celvetî, Azbî Baba ise Halvetîdir. Diğer Tasavvufi ekoller bazen Bektaşiliğin meydanevinde ve cemlerinde bulunacak kadar onlara yakınlaşmışlardır. Bektaşiliğin Kızıldeli kolunun 18. yüzyıldaki inanç, erkan(törenler) dua, gülbenk ve kıyafetlerini anlatan “Risale-i Lahutiye” adlı yazma eser 1214/1779 yılında Şeyh Sırrı Rifaî’nin bizzat Kızıldeli meydanında bulunarak kaydettiği yazılardan Şeyh Bedreddin Halvetî tarafından kopyalanarak kaleme alınmıştır. Bu durum açıkça eserin son sayfasında anlatılmaktadır.

        Bektaşilik işte böylesine bir ortamda 18. ve 19. yüzyılları geçirmiştir. Bu onun Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye olan bağlılığını hiçbir zaman etkilememektedir. Çünkü “yol” içerisinde Makalat ve Velayetname de okunmaya devam edilmiştir. Bu etkilenmeler ancak esasları Makalatça belirlenen bir anlayışın açılımları olarak görülebilir. Giritli Ali Babanın Uyunü’l-Hidaye adlı eseri de “yol”un içinden bir mürşidin inancı yorumlayıp açıklayışı biçiminde değerlendirilmelidir.

        Giridî Ali Resmî Baba XE "Giridî Ali Resmî Baba" , 18. yüzyılda yaşamıştır. Risâle-i Lahutiye’nin[1] son sayfasında “Resmî Ali Baba sene 1204/1789” tarihi göze çarpmaktadır. Bu muhtemelen Giridî Ali Resmî Baba’nın vefat tarihidir. Çünkü aynı yerde yer alan “İsmail Baba 1218”[2] tarihi Şahkulu Sultan tekkesinin haziresinde yatan Seyyid İsmail Baba’nın mezar taşındaki tarihle aynıdır. “Uyunü’l- Hidaye” nin son sayfasında Seyyid Ali Sultan bendelerinden olduğu yazılıdır.[3] Şeyhi ise Ali Sırrî Babadır.[4] Giridli Ali Baba İstanbul’da Davud Paşa Mahallesi yakınlarında defnedilmiştir.[5]

        Giridli Ali Baba, Uyunü’l-Hidaye’de Alevi kaynaklı tasavvufun çeşitli inanç esaslarını ortaya koymaktadır. Bu sistemin temelini ise vahdet-i vücud anlayışı teşkil etmektedir. Vahdet-i vücud varlığın aslında bir ve tek, bunun da Allah olduğu görüşüdür. İslam mutasavvıfları İslamın yayıldığı topraklarda Kuran’a bu yorumla bakmaya başlamışlardır. Vahdet-i vücud anlayışını sistemleştiren sufi ise İbnü’l-Arabi’dir. Her ne kadar çağdaşı Mevlana Celaleddin Rumi de vahdet-i vücud anlayışıyla eserler vermişse de onda işin sanat boyutu felsefi bir alt yapı kurmaktan daha önceliklidir. Vahdet-i vücudun İbnü’l-Arabi’nin sistemleştirdiği biçimi Osmanlı coğrafyasındaki bütün tasavvuf hareketlerini etkilemiştir. İşte Bektaşilik de vahdet-i vücudun en yoğun biçimde işlendiği bir “yol” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayışın Bektaşilikteki ilk temelleri Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ına, Kaygusuz Abdal, Kazak Abdal, Sadık Abdal gibi yol ehli şairlerin eserlerine kadar uzanmaktadır. Burada ele alınmakta olan Uyunü’l-Hidaye’nin müellifi Giridli Ali Baba ise vahdet-i vücud anlayışını büyük oranda İbnü’l-Arabi’den etkilenerek ortaya koymuş görünmektedir. Eserin üç yerinde İbnü’l-Arabi’nin ismi geçmektedir. Bir yerde ise [“Bu tahkîki füsûsunda dimişdi şeyh Muhyiddîn/ Ki hak zâhirdir ‘âlemde ve halk mestûrdurur bir bir” (Muhyiddin ibnü’l- Arabi Füsusü’l-Hikem adlı eserinde şöyle demişti: Hak evrende görünmektedir halk ise gizlidir)[6]] şeklinde doğrudan Endülüslü sufinin en ünlü eserine atıfta bulunmaktadır. Okuyucu bunu açıkça gözlemleyecektir.

        Bütün bunların yanısıra genelde Alevi yani Hz. Aliye dayanan tasavvufun, özelde Bektaşilik ve Giridli Ali Baba’nın İbnü’l-Arabi’den farkları vahdet-i vücud sistemini ehl-i beyt anlayışı üzerine oturtuşlarıdır. İbnü’l-Arabi’de belirgin ve kuvetli bir ehl-i beyt vurgusu bulunmamaktadır. Giridli Ali Baba vahdet-i vücudu açıklamaya Hz. Muhammed’in sistem içindeki yerini anlatarak başlar.

“Bir gün Âlemin övüncü Hz. Peygamber Cebrail’e “Ey Cebrail kardeşim bu getirdiğin Kuran’ı görmekte misin” dedi. Cebrail “Bir yeşil perdenin arkasından verilmektedir. Nasıl duyuyorsam aynen size iletmekteyim. Bundan gerisini de bilmiyorum” diye cevap verdi. O vakit Alemin övüncü Hz. Peygamber “Ey kardeşim sana izin veriyorum perdeyi kaldır ve sana Kuran’ı vereni gör” dedi. Cebrail başka bir zamandaki vahiy alışında perdeyi kaldırınca kendisine Kuran’ı aktaranın Hz. Muhammed olduğunu gördü ve hayretler içinde kaldı, Muhammed aleyhisselamın hangi derecede olduğunu anladı ve sustu.[7]

        Alevi kaynaklı tasavvuf ekollerinin ve özel olarak da Bektaşiliğin “Allah-Muhammed-Ali” biçiminde simgeleştirdikleri vahdet inanışı Giritli Ali Baba’nın inanç temellerinde de görülmektedir. Ali Baba bu konuda şunları söylemektedir:

“[Allah elçisinin]“Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır”, diye buyurduğunu söylüyorsun. Resulullah bu hiç kimsenin inkâr edemeyeceği hadislerle Hz. Aliyle tek vücut olduklarını ifade etmektedir. Bir gün Hz. Ali’nin hasta olduğunu Hz. Muhammed’e bildirdiler. Orada işinin ehli Yahudi bir tabip vardı. Onu çağırtıp “nabzıma bak gerekli tedaviyi yap” dedi. Tabip “hasta olan Ali’dir, sizde hastalık yok ki” deyince Resulullah elini uzatıp ısrarla nabzına bakmasını istedi. Tabip de nabzına bakıp gerekli tedaviyi yapınca o dem Hz. Ali iyileşti[8]

        Vahdet-i vücudçu tasavvufta varlık alanına çıkış, -Bektaşilikteki gibi ehl-i beyt temelli olsun veya olmasın- “zuhur” veya “tecelli” kavramıyla açıklanır. Girildi Ali Baba da yaradılışı tecellinin en iyi ifadelerinden biri olan ayna mecazıyla (benzetme) açıklamaktadır.

“Âdemin yüzü Rahman’ın sıfatıdır Hak ayna (âyine) sından zuhur etmek gereklidir. “Gizli bir hazineydim bilinmeyi sevdim bilineyim diye mahlûkatı yarattım[9]” hadisi gereğince kendisini görmeyi arzu etti ve kün dedi bu âlem oluştu. Ondan âdemi bu âlemde ortaya çıkartıp en güzel sıfatlarla (sıfat-ı Ahsen-i takvim) yüceltti. Onu kendisine ayna edindi. Mümin müminin aynasıdır hadisi gereğince âdem Hakk’a aynadır. Eğer sen kendini görmek için aynaya bakınca kendini görürsün.[10]

“Gizli bir hazineydim” hadisi her ne kadar medrese anlayışının hiçbir meşhur hadis kitabında bulunmadığı için sahih kabul etmediği bir hadisse de tasavvuf erbabı tıpkı Ali Baba da olduğu gibi bu hadisi vahdet-i vücud anlayışlarını temellendirmek için kullanırlar.[11] Çünkü mutasavvıflar hadisleri Hz. Muhammed’in yaşarken söylediği sözlerden ibaret saymazlar. Örneğin İbnü’l- Arabi asıl önemli hadislerin şu an da mana âleminde görüşülmesi mümkün olan Hz. Muhammed’den bizzat (keşfen)alınabileceği görüşündedir.[12]

        Ali Baba vahdet-i vücud yani varlığın tek olduğu istikametindeki inancını şu örnekle ifade edip açıklamaktadır:

“iki gördüğü nesnenin birini kır/boz (sındurur) diğerini getir desek o (asıl) nesneyi kırar. İki gördüğü için birini kırıp diğerini getiririm zanneder ancak eşya tek ve o şaşı olduğu için asıl nesneyi kırmış olur.[13](...) Derler ki bunun çaresi işinin ehli bir göz hekimine gidip şaşılığı gidermektir. Yoksa pişman olur dışarıda kalırsın. Çünkü yol varanın, göz görenin ve Hak kabul edenindir. Muvahhid ve Allahı bilenlerden (ârif-i billah) olanlar türevi özden ve özü türevden ayırıp iki görmezler.[14]

        Giridli Ali Baba  “bunun çaresi işinin ehli bir göz hekimine gidip şaşılığı gidermektir” diyerek tasavvufun aktarılma ve öğretilme kurumunun temsilcisi mürşidi anlatmaya geçmektedir. Ona göre ve mürşit hakkı zahirde ve batında ana baba hakkından ileridir. Çünkü ana baba taklidinde olanlar tıpkı kuştan çıkan yumurta durumunda kalırlar. Bir kez daha doğmak isterse yumurtadan çıkan kuş gibi onu terbiye edecek, ana baba taklidinden kurtaracak bir anaya ihtiyaç duyarlar. Ana baba taklidinden kurtulmak için bir kâmil (olgun) mürşide bağlanılır. Yani bir anadan doğduktan sonra ikinci kez mürşitten doğup iki kez doğmuş olunur.[15]

        Ali Baba eserinde “tasavvufta istidadın önemi” konusunu çok önemseyerek işlemektedir. Ona göre yetenek (istidad) bir talipte olması gereken en temel özelliklerden biridir. Günah, sevap, kütuf, kahır, varılacak yer (menzil) ve meratib (dereceler) gibi nesneler yalnızca yeteneğe bağlanmıştır.[16] Yetenek eksik olunca hidayete erişilmez. Yetenekli olan hakkı batıldan ayırır, kendisini temyiz eder yani iyiyle kötüyü fark eder, kendisini ve Rabbini bilmiş olur. Gene bunların cesetleri ve ruhları birdir. İster yetenekli ister yeteneksiz olunsun yukarıda sözü geçen hüküm, teklifler olgunluk ve irfanın tamamı yeteneğe bağlıdır. Ancak akıl hastası (cünun) olanlar yetenek sahibi değillerdir ve onlara dinin kuralları teklif olunmaz, böyle biri tarikat ehli ise mürşitlik yapamaz. [17] Giritli Ali Baba birinin yetenekli veye yeteneksiz oluşu onun yaradılışına, mazhariyetine (kazanım, başarı) ve tecellisine bağlamaktadır. Böylelikle de vahdet-i vücut anlayışı bütün bir sistemde etkin hale getirilmiş olmaktadır.

        Mutasavvıfımız kainatın yaratılışı konusunda da dönemi için önemli sayılacak yorumlar yapmaktadır. Ona göre Allah kendisini görmek için âdemi ortaya çıkartmıştır (peyda). Allah’ın, bu görüngüler alemini bir emirle yani “kün” diyerek var etmiş olduğunu belirtmektedir. Ona göre yine harap olacağında “feyekun” der demez her şey harap olur. Ali Baba Allah’ın âlemi yaratışının altı günde olduğu görüşündedir. “O gökleri veri yeri altı günde yaratmıştır”,[18] ayetini örnek olarak verdikten sonra “bir ifadeyle de “kün” sözüyle meydana çıkarmıştır” demektedir. Ayette geçen altı gün hem altı harfe hem de altı dünyaya (cihana) işaret etmektedir. Bunlar görüngüler alemi, sıfat ve aynadırlar. “yerlerin ve göklerin yönetimi Allah’a aittir”[19] ve “yerin başka bir yere dönüştürüleceği gün”ayetleri bu konuyla ilgilidir. Yerler başka yere hala dönüştürülmektedir. Giritli bu konuyla ilgili aşağıdaki beyiti de delil göstermektedir.

 

Gehî ‘âlem olur âdem gehî âdem olur ‘âlem

Bu tertîb üzre ‘âlem âdem olur devr ider bir bir[20]

 

        Giritli Ali baba eserin ileriki bölümlerinde yaradılış tafsilatlandırmaktadır. Ona göre yaratılışın temeli devriye nazariyesiyle açıklanabilir. Ali Baba ruhun Rabbin kün emrinden zuhur eyleyen bir emir olduğunu söylemektedir. Mesela bir ademin ruhu sefer edip bu aleme geldiğinde önce arştan, kürsiden, yedi semadan (semavat-ı sebadan), dört unsura gider. Gök kamer altındaki alemdir, ondan üç doğuş (mevalid-i selase) ye uğrar. Bunlar maden, bitki ve hayvandır. Dört unsurun hayatı insan ruhunun ona uğramasıyla gerçekleşir. Oradan uğradığı madenle kastedilen mercandır. Sonra uğradığı bitkiyle kastedilen hurmadır. Hayvana gelişiyle kastedilen attır. En sonunda insana gelir burada en güzel biçimde (ahsen-i takvim) kerem sahibi olur. Beden (cesed) dört unsurdan ateş, toprak su ve havadan oluşmuştur. Mesela güneş deniş yüzeyinden nem toplar, göklere vardığında yağmur damlaları olarak yere yağar. Bütün bitkiler ve hayvanlar hayat bulur. O bitki ve hayvanları insan yeyince sperm (nutfe) ortaya çıkar. Ana rahmine düştüğünde insanın cimi dördüncü ayda noksansız bir biçimde tamamlanır. O zaman onun hayvanda olan ruhuna emrolunur, o vakit o insana ruh üflenmiş olur derler. İnsan o dönemde hareket etmeye nefes alıp vermeye başlar. Giritli Ali Baba Uyunü’l- Hidaye’de konuyu açıklamaya şöyle devam etmektedir: “Eğer Bari-i Telanın ademi kırk sabah kudret eliyle yourup, kırk gün o durumda bırakığı ve kırk gün ruh üflediğini söylüyorsan biz de o dönemde gecenin bulunmadığınıademin kırk gün yoğrulup kırk gün bırakılmsının seksen ettiğini bunların seksen de gecesi olması gerektiğini söyleriz. Toplam yüz altmış gündür bu da beş ay on gün eder. Bu on gün altıncı aydandır ve o insan altıncı ayda doağrsa eksiksiz doğar ve hayat bulur. Eğer dördüncü ayda ana karnında hareket eder ve o ayda doğarsa hem eksik hem de ölü doğar.[21]

        Giritli Ali Baba’nın bu görüşleri döneminin tasavvuf anlayışını yansıtmaktadır. Ehli Beyt ve  vahdey-i vücud temelli sufi grupların hemen hemen tamamında benzer telakkiler görülmektedir. Mesela devriye Melamilerde ve Halvetilerin tasavvuf anlayışında önemli bir yer tutmaktadır.[22]

Yazının başlarında belirtildiği üzere Uyunü’l-Hidaye 18. yüzyılda kaleme alınmıştır. Türkiye’deki muhtelif kütüphanelerde ve özel kütüphanelerde onlarca el yazması nüshası bulunmaktadır. Giridî Ali Resmî Baba XE "Giridî Ali Resmî Baba" ’nın ‘Uyunü’l-Hidaye’si, Bektaşîler tarafından yaygın biçimde okunulmuştur. Mesela, Bektaşî erkân ve gülbenklerini kaydeden bir 19. yüzyıla ait yazmanın son sayfalarında yer alan ve bu eseri yazanın ya da şeyhi bulunduğu tekkenin kitaplarının verildiği listede Giridî Ali Resmî Baba’nın Uyunü’l-Hidayesi de kayıtlıdır.[23] Bektaşîlerin Babagân XE "Babagân"  kolunun 20. yüzyıldaki dedebabası merhum Bedri Noyan da “Bütün yönleriyle Bektaşîlik XE "Bektaşîlik"  ve Alevîlik” isimli kitabının faydalanılan yazma eserler kısmında “Giridî Ali (Resmo) Risâle-i Uyun-ul Hidayet, 20. Y:14, Doç.Dr. Bedri Noyan Özel kütüphanesi”[24] ibaresiyle yer almaktadır.

      Uyunü’l-Hidaye yazıldığı dönemin dil özelliklerini belirgin biçimde göstermektedir. Türkçecilik hareketinden yaklaşık yüz yıl önce kaleme alınan bu eser hem İslam öncesi dönemler Türkçesinden kelimeler taşırken hem de Arapça ve Farsça’dan bol miktarda kavram ve sözcük barındırmaktadır. Eserin dili oldukça karmaşık, çetrefilli ve ilmi yazı üslubundan uzaktır. Cümleler iç içe geçmiş, başı ve sonu son derece güç belirlenebilir durumdadır. Bu da Uyunü’l-Hidaye’nin Giridli Ali Baba’nın sohbetleri esnasında talipleri tarafından tutulan  notlardan oluşmuş olabileceğini akla getirmektedir. Elbette böyle bir şeyi kesinkes iddia etmek mümkün değildir. Eser Ali Baba’nın kaleminden çıkmışsa da sohbet üslubuyla yazılmış olduğu bir gerçekliktir.

        Bu çalışma esnasında Uyunü’l-Hidaye’nin yedi nüshası görülmüştür. Müellif hattından çıkan eser tarasfımızdan tespit edilemediği için en eski nüsha olduğunu tahmin ettiğimiz Süleymaniye Kütüphanesi, Ali Nihad Tarlan bölümü 141 numarada kayıtli nüsha çalışmada esas addedilmiştir. Geçmiş on yıllara dayanan Osmanlı Arşivi ve el yazması kütüphanelerde yaptığımız çalışmalarda elde edilen tecrübemiz bu eserin her ne kadar tarihsiz olsa da en eski nüsha olduğu kanaatinde olmamızı sağlamıştır. Kağıt ve yazı özellikleri bunu açıkça ortaya koymaktadır. Yazısı çok güzel ve okunaklıdır ancak müstensih (kopya eden) son derece özensiz davranmış bazen kelimeler bazen de cümleleri aktarmayı unutmuştur. Yazma eserde müstensihin ismi ve istinsah tarihi bulunmamaktadır. Bu nüshayı çevirmenin yetersiz olacağı anlaşılınca Süleymaniye kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi bölümü 2742 numarada kayıtlı olan bir başka nüshayla karşılaştırma, yani bir tür edisyon kritik çalışması yapma zorunluluüu doğmuştur. Bu nüsha 19. yüzyılın karakteristik yazısı olan rika ile istinsah edilmiştir. Bu yazmanın müstensihi ve istinsah tarihi belli değildir. Ancak önceki nüshadaki özensiz kopyalama burada yoktur. Metin büyük ölçüde tamamdır.

        Transkripsiyona başlayınca eldeki iki metnin de okumakta yetersiz kaldığı ibareler karşımıza çıkmıştır. Yapı Kredi Bankası, Sermet Çifter kütüphanesi 938 numarada kayıtlı bir eksik nüsha ve Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi bölümü 2514 numarada kayıtlı yine eksik bir Uyunü’l-Hidaye nüshasına olaştık. Aynı zamanda Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi bölümü 2751 numarada kayıtlı hayli yıpranmış bir nüshayı da inceledik. Transkripsiyon tamamlanmaya yaklaşırken Dursun Gümüşoğlu Kadim Yaşar isimli bir şahsın elinde bulunan Uyunü’l-Hidaye nüshasının fotokopisini yolladı. Eser rika yazıyla istinsah edilmişti. Müstensihi Seyyid Mustafa Niyazi idi. Eserin son sayfasına farklı bir yazıyla düşülmüş “pirimiz sultan seyyidina Ahmedü’l-Kebir Şehabeddinü’r-Rifaî” ibaresi bulunmaktadır. Bu not eserin diğer tarikatlerce de okunduğunun göstergesidir.

        Çubuk yöresi Kızılbaş ocakları hakkında doktora çalışması yapan Mehmet Ersal’ın aynı sıralarda Seyyid Battal Gazi ocağı Amasya kolu dedesi Kemal Durmuştaki nüshadan fotokopi çektirerek yolladığı Uyunü’l-Hidaye, bu kitabın Anadolu’da okunmakta olduğunu ortaya koymuştur. Müstensihi Süleyman bin Mehmed, istinsah tarihi 1276/1860 şeklindedir.

      Uyunü’l-Hidaye tarafımızdan ilkin Türk transkripsiyonu kullanılarak bugünkü yazıya çevrilmiştir. Çeviride hiç büyük harf kullanılmamıştır. Arap harflerinde büyük harfin bulunmaması sebebiyle bu yol tercih edilmiştir. İkinci iş olarak eserin sadeleştirilmesi yapılmıştır. Bu iş yapılırken günümüz Türkçesi kullanılmış ancak temel kavramlar parantez içerisinde aynen verilmiştir.

        Üzerinde uzun süredir çalışmakta olduğumuz bu eser üzeri yoğun bir sis tabakasıyla kaplı bulunan “Bektaşi yolu”nun 18. yüzyıldaki inanç sistemini ortaya çıkarmaktır. Bu faaliyet Hünkar Hacı Bektaş Veli’den beri süregelen bir inanış bütünlüğünü ortaya koyduğumuz anlamına gelmez. Görüşümüz, tarihteki sosyolojik yapı ve kurumların bir dar zaman kesiti içerisinde ele alınması doğrultusundadır. Hele çalışmaya konu edilen bir dini yapı ise bunu yüzyıllara yayarak incelemek, üstelik bir de yüzyıllar öncesinde ortaya çıkan sistemin daha da eski proto-tiplerini aramaya kalkışmak işi daha da karmaşıklaştırmaktadır. Bu yüzden bu çalışmayla ortaya konulan inanç sistemi Giridli Ali Baba’nın yaşadığı 18. yüzyıl Bektaşiliğinin –dini söylemle- akidesidir. Etkilendiği 17. yüzyıl ve etkilediği 19. yüzyıl Bektaşi itikadıyla büyük benzerlikleri olması doğaldır ve mümkündür. Yaklaşık 180 yıldır bir özel ve gizli kültür adacığı halinde yaşamaya mahkum edilen Bektaşilik günümüzde de Giridli Ali Baba’nın yaşadığı zaman diliminin kültüründen büyük izler taşıyarak devam etmektedir. Bu çalışmanın Bektaşiliğin içinde ve dışında yer alan herkese faydalı olması temennisindeyiz. Dileğimiz okuyucuların eleştirilerini tarafımıza iletmeleridir.


[1] Şeyh Sırrı Rifâî XE "Rifâî" , Şeyh Bedreddinü’l-Halvetî XE "Halvetî" , (yazma) [Risâle-i Lâhutiye XE "Risâle-i Lâhutiye" ] Bektaşîlik XE "Bektaşîlik"  Hakkında Risâle, Süleymaniye Kütüphanesi, İzmirli İsmail Hakkı Bölümü, nu:1243, istinsah:Bursa, h.1284.

[2]/hü dôst /Câ-nişîn-i kutb-ı a’zam Hâcı Bektaş-ı Velî /Seyyid İsmâ’îl Baba ol vâsıl-ı sırr-ı Hüdâ / Bir güzel cân özge bir sultân idi kim pür-kemâl / Nutk-ı pâkinden olurdı feyz- yâb ehl-i fenâ /Mazhar-ı sırr-ı hakikâtidi kalb-i İlahî / Çeşm-i pâkinde degildi zerre-i dehlü mâsivâ / Olsa bu mısra’ sezâ târih-i sâl –i rıhleti /Hakk ile hakk oldı girdi Seyyid İsmâ’il Baba / sene 1218 fi Şevvâl 19

[3] Giridî Ali Resmî Baba XE "Giridî Ali Resmî Baba" Uyunu’l-Hidaye, Y. K. Sermet Çifter Kütüphanesi, nu:938, v:124.

[4] Giridî Resmî Ali Baba el-Bektaşî, Şiirler Mecmuası, (yazma) İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi, nu:17.

[5] Filiz Kılıç, Giritli Divan Şairleri, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.32, Yıl:2004, s. 275.

[6]Giritli Ali Baba, Süleymaniye Kütüphanesi, Ali Nihat Tarlan bölümü nu:141- 74a

[7] 16b

[8] 60b

[9] Meşhur hadis kitaplarında bulunamamıştır.

[10] 18a

[11] Ahmed Avni Konuk bu hadisten hadis-i kudsi olarak söz etmektedir. Bkz. Ahmed Avni Konuk, (Füsusu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (hazırlayan:M.Tahralı, S.Eraydın) Dergah yayınları, İstanbul, 1987, s.130

[12] Selçuk Eraydın, Ahmed Avni Konuk, Hayatı ve Eserleri, (Ahmed Avni Konuk, Füsusu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi içerisinde) Dergah yayınları, İstanbul, 1987, s.xxxı

[13] 23b

[14] 25a

[15] 22b

[16] 26b

[17] 26a-b

[18]Kurân 57/4

[19] Kuran:3/189, 5/17-18, 5/120……

[20] 33b-24a

[21] 43b-44b

[22] Bilal Kemikli, “Türk Tasavvuf Edebiyatında Risâle-i Devrân ve Semâ Türü ve Gaybî'nin Konuya İlişkin Görüşleri", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 37, 443-460, 1997, (Ayrı Basım),

[23] Bektaşî Tarikatı (yazma) İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, nu:K.415, h. 1261, v:100.

[24] Bedri Noyan, Bütün yönleriyle Bektaşîlik XE "Bektaşîlik"  ve Alevilik, Ardıç Yayınları, Anlara 1999, C:II, s.359.