HACI BEKTAŞ VELİ’NİN HAYATINA BİR BAKIŞ
Mehmet Saffet SARIKAYA*
Türklerde Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisinin iki tarihi kökeni vardır. İlki Hz. Hüseyin’in torunu Zeyd b. Ali’nin ve oğlu Yahya’nın Horasan’daki faaliyetleri esnasında Emevi valisi tarafından takip edilerek katledilmesi olayıdır(122-126/741-745). Henüz İslam’la tanışma aşamasında olan Türkler için bu mazlumen öldürülüş muhtemelen Hz. Hüseyin’in Kerbela’daki şehadetiyle de birleştirilerek, mazlumun yanında yer alma tavrıyla, vazgeçilmez bir Emevî düşmanlığına dönüşmüştür. Bu olgu, Abbasilerin ilk döneminde Horasan ve Taberistan bölgesinde varlıklarını sürdüren Zeydîler ve Zeydî gelenek vasıtasıyla giderek güçlenmiştir.
Horasan coğrafyasında Türklerin ilgi duyduğu, taraf olduğu ve Ehl-i Beyt sevgisinin kökenini oluşturan ikinci olgu ise Hz. Ali’nin oğlu Muhammed ibnü’l-Hanefiyye’ye nispetle faaliyet gösteren Şiî-Keysanî hareketlerdir. Abbasi ihtilalının güçlü komutanı Ebu Müslim Horasani’nin şahsında zirveye çıkan bu hareket onun ölümünü müteakip büyük ölçüde dağılmıştır. Ancak Türklerin İbnü’l-Hanefiyye ailesine olan ilgisi devam etmiş, daha sonraki dönemlerde Türklerle iç içe yaşayan aile fertleri Orta Asya’da “hâce”,“bâb”, Anadolu’da “baba” diye unvanlandırılmıştır. Büyük Türk sufisi Ahmet Yesevi de neseben bu aileden gelmektedir.
Hacı Bektaş Velî ise Türklerdeki Ehl-i Beyt sevgisinin kökenlerini teşkil eden iki olguyu kendisinde birleştirmiş mümtaz bir şahsiyettir. O, bir taraftan neseben Hz. Hüseyin evladından Musa Kazım uzanan bir silsileye sahipken; diğer taraftan sufilik tecrübesinde Hâce Ahmet Yesevî’ye uzayan bir silsileye sahiptir. Hâce Ahmet’in menakıbına göre, Rasulüllah’tan kalan emanetleri kendisine ulaştıran kişinin Arslan Bâb/Selman Farisî olduğunu dikkate alırsak Hacı Bektaş Velî’yi Ehl-i Beyte ulaştıran dolaylı bir yoldan bile söz etmek mümkündür. Çünkü Hz. Peygamberin; “Selman bizdendir, ehli beyt’tendir”, sözü meşhurdur.
Olayın Anadolu boyutunda, XIII. yüzyılda halife en-Nasır’ın siyasi gayelere matuf olarak fütüvvet teşkilatını kullanması ve bölgeye gelen Ahi Evren vasıtasıyla Abbasi geleneğinin diğer Şii fırkalardan farklı bir şekilde Anadolu’da benimsenmesine de işaret etmek gerekir. Bu gelenekte Ahi Evren Peygamberimizin amcası Abbas’ın oğludur ve Hz. Ali’nin kızı Rukiye ile evlenmiştir. Deri tabaklamakta ve sahtiyan işlemedeki maharetinden dolayı Hz. Peygamber tarafından beli bağlanmıştır. Abbasîliği benimseyen bu Ahilik anlatısı, yukarda bahsettiğimiz Hâce Ahmet Yesevi’nin nispet edildiği İbnü’l-Hanefiyye kökenli Abbasi taraftarlığıyla örtüşerek Anadolu’da klasik Şii kabullerden farklı bir boyut arz etmiştir. Bektaşî geleneği de bu yapı içerisinde Peygamber ailesine bağlanan tarihi bir geçmişe sahiptir.
Vilâyet-nâme’sinde Hacı Bektaş Velî kendi ağzından şöyle tanıtılıyor:
“Horasan erenlerindenim. Aslım Muhammed soyundan; Türkistan’dan geliyorum; İbrahîm al-Sânî, diye tanınan Seyyid Muhammedin oğluyum. Seyyid Muhammed, Mûsâ el-Sânî’nin, o, İbrahim Mucâb oğludur, onun babası da İmam Musa el-Kazım’dır. Mürşidim doksan dokuz bin Türkistan Pirlerinin ulusu Sultan Hâce Ahmed-i Yesevî’dir. Meşrebim, Muhammed Ali’dendir, nasibim Tanrı’dan.”
Bektaşi geleneği onu;
Hazret-i Pîr Vilâdeti: Mürevvet (646/1248, doğumu)
Horasandan Rûm’a teşrif eder: Reft (680/1281, Anadolu’ya gelişi)
Müddet-i ömr: Muhammed’dir, Cemâlî (92, ömrü, yaşı)
Bektâşiyye tarih: Asvâb-ı rıhlet (738/1337, vefatı)
kıtasına istinaden 92 yıl ömür sürmüş ve 738/1337’de vefat etmiş kabul etmesine rağmen son araştırmalarla 669/1270’de vefat ettiği tespit edilmiştir. Yine dinî geleneğe uygun olarak onun 63 yıl yaşadığı kabul edilip doğum tarihi 606/1209 olarak kabul edilir. Bektaşî geleneğinin tarihlemesi ise Hacı Bektaş’ı Osman oğulları ve Yeniçerilikle doğrudan ilişkilendirme gayretlerinden kaynaklanmaktadır.
Asıl adı muhtemelen Muhammed b. İbrahim’dir, Bektaş adı mensubu bulunduğu boya nispetle kendisine verilmiştir. Hacı Bektaş, Nişabur’ludur. Annesi Hatem (veya Hateme) Hatundur. Nişabur ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün memleketi olarak ve onun tarafından yaptırılan medreseleriyle tanınmıştır. Ömer Hayyam, Molla Cüveyni, İmam Gazali ve kardeşi, Şeyh Attar gibi önemli bilginler burada yetişmiştir. Hacı Bektaş’ta ilmini bu şehirde tamamlamıştır. Menakıbnamesinde onun bilgisinin ilk kaynakları Hz. Muhammed ve Hz. Ali olarak gösterilir:
“Bir gün Lokman-ı Perende mektebe geldiğinde görmüş ki iki er gelmiş, biri Bektaş’ın sağında oturmada, öbürü solunda; ona Kur’an öğretiyorlar. Mektep yüzlerinin nurlarıyla nurlanmış. Lokman içeriye girer girmez acaba bunlar kimdir diyordu. Hacı Bektaş mübarek ağzını açıp hoca dedi, biliyor musun o iki nurlu zat kimler? Lokman aman bildir, kimlerdir? Bektaş, sağımda oturan iki cihan güneşi ceddim Muhammed Mustafa idi, solumda oturan, Tanrı arslanı, inananların Emiri Murtaza Ali. Biri, gelip zâhir bilgisinden öbürü bâtın bilgisinden bahsederler. Kur’an’ı belletirler bana. Lokman-ı Perende, Bektaş’ın bu sözlerini duyunca pek sevindi, gidip babası Sultan İbrahim’e anlattı. Sultan İbrahim işitince neşelendi Tanrıya şükürler etti.”
Bu pasajda Hacı Bektaş Velî daha çocukluğunda atası Hz. Muhammed’den Kur’an’ın zahir bilgisini, diğer atası Hz. Ali’den de Kur’an’ın bâtın bilgisini öğrendiğini ifade ederek kendi inanç dünyasının iki kaynağını ve yolunu Muhammed Ali yolu olarak belirtmektedir. Gerçekten de Hacı Bektaş’ın bu yola uygun olarak sitemini Kur’an temelli kurduğunu görüyoruz. Makâlât’ında yüz elli civarında ayet kullanması, Besmele ve Fatiha Tefsirleri bunun en açık delilleridir. Bu eserlerin yanında Kitâbu’l-Fevâid, Şathıyye, Hurde-nâme, Üssü’l-Hakîka, Makalat-ı Gaybiyye eserlerinden onun medrese tahsili gördüğünü, şer’î ilimlere vakıf olduğunu, Arapça ve Farsça bildiğini göstermektedir. Kendisinden yaklaşık iki yüzyıl sonra adına bir Vilayetnâme kaleme alınmıştır.
Moğol istilasının başladığı yıllarda Hacı Bektaş benzerleri ve çağdaşları gibi memleketinden ayrılarak Necef üzerinden hac için Mekke ve Medine’ye gitmiş, dönüşünde Kudüs, Halep üzerinden Mardin’e gelmiş, Bekdeşli obasıyla birlikte Yeni-il’e, Elbistan’a geçmişler daha sonra Sulucakarahöyük’e yerleşmişlerdir. Hacı Bektaş kardeşi Menteşle birlikte Kayseri, Sivas ve Amasya şehirlerini gezip muhtemelen Baba İlyas ile görüşmüştür. Dolayısıyla Hacı Bektaş’ın 1240’dan biraz önce Anadolu’ya geldiği anlaşılmaktadır. Onun Babailikle ilişkisinin bulunduğunu zannetmiyoruz. Konuyla ilgili farklı gerekçeler sıralanmakla birlikte burada Vilayetname’den hareketle bir husasa işaret etmekle yetineceğiz.
Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya geldiğini duyan Rum erenleri onu karşılamak üzere doğan kılığında Hacı Doğrul’u gönderirler. Hacı Bektaş güvercin kılığındadır. Doğan güvercini kapmak üzereyken Hacı Bektaş silkinip insan kılığına girer ve doğanı gırtlağından yakalar, Hacı Doğrul özür dileyip, niyaz eder. Hacı Bektaş: “Er erin üstüne böyle gelmez, siz bize zalim kılığında geldiniz biz size mazlum kılığında; eğer daha mazlum bir mahlûk bulsaydık onun şekline girerdik.” Der. Bir başka anekdotta ise kendisine vahşi hayvanların sırtında ziyarete gelen Rum erenlerini bir duvar sırtında karşılayarak, cansıza hükm ederek büyüklüğünü göstermiştir. Bu menkabelerin sembolik yorumundan Hacı Bektaş’ın açıkça barış yanlısı olduğu, yerleşik düzeni benimseyen ve etrafını bu yönde teşvik eden bir tavır aldığı görülmektedir. Bu durum söz konusu dönemde Anadolu’da bir millet inşa edilişinde Hacı Bektaş’ın katkısını da ortaya koymaktadır. Ahi Evren’n esnafı örgütlediği bir ortamda Hacı Bektaş köylüleri yerleşik hayata yönlendirerek ziraati, toprakları işlemeyi ve ürün almayı, kısaca onların yerleşik hayata geçmelerine katkı sağlamıştır. Nitekim o, Sulucakarahöyük’te karar kılmış ve zaviyesini burada inşa etmiştir. Hayatı boyunca da sulh içinde yaşamış, Selçuklu şehzadeleri arasındaki mücadelelerde taraf olmamıştır. Çeşitli olaylarla ilgili resmi takibe uğramasına rağmen öyle anlaşılıyor ki suç unsuru bulunamadığı için kensidine farklı şeyler nispet edilmiş, fakat her hangi bir cezai yaptırım uygulanamamıştır.
Hacı Bektaş Sulucakarahöyük’de Kadıncık Ana’yla karşılaşır. Bektaşi geleneği bu karşılaşma ile ilgili iki farklı görüşe ve buna bağlı olarak da iki ana kola sahiptir. İlki Kadıncık Ana’nın İdris Hocanın kızı olduğunu ve Hacı Bektaş’la evlenerek onun neslinin devam ettiğini ve kendilerinin de bu nesilden olduklarını kabul eden Çelebiler/Dedegan kolu; ikincisi Kadıncık Ana’nın İdris Hoca’nın eşi olduğunu, Hacı Bektaş’ın hiç evlenmediğini kendilerinin onun yol evladı olduklarını kabul eden Babagan kolu. Bu bölünmede kim haklı olursa olsun Hacı Bektaş’ın tarikatı Aşıkpaşazade’nin de belirttiği gibi Kadıncık Ana eliyle Abdal Musa tarafından devam ettirilmiştir. Çeşitli verilerden Hacı Bektaş’ın yerleştiği yerin adını kendi adıyla değişirecek kadar şöhret sahibi olduğunu anlıyoruz.
Bu şöhret muhtemelen onların Ahilikle ilişkileriyle birleşerek Yeniçeri ocağının kuruluşunda ocağın manevî önderliğinin kendisine nispetiyle sonuçlanmıştır. Her ne kadar Hacı Bektaş, Osman oğullarına yetişememişse bile onun takipçileri hem Osmanlının kuruluşunda hem de teşkilatlanmasında aktif katkı sağlamışlardır. Dolayısla elimizdeki az sayıdaki bilgi kırıntılarından Bektaşiliğin, Hacı Bektaş’tan sonra Rum Abdalları arasında varlığını devam ettirerek Osmanlıların ilk dönemlerinde Anadolu ve Rumeli’de tanınan bir tarikat olduğunu söyleyebiliriz.
Vilayetname’de Hacı Bektaş’ın üçyüz altmış halifesi olduğu zikredilerek bunlar arasında Cemal Seyyid (Altıntaş), Saru İsmail (Denizli) Kolu Açık Hacım Sultan (Uşak), Rasul Baba (Altıntaş) Güvenç Abdal (Hacı Bektaş) gibi önemlileri sayılmıştır. Bunların yerleşim yerleri dikkate alınınca o dönemde uç bölgeleri diyebileceğimiz coğrafyada şeyhleri gibi kolanizatör dervişler olarak gittikleri yerleri şenlendirip vazife yapmışlardır.
Son olarak Hacı Bektaş’ın inanç dünyasını yansıtan bir hususa değinerek sözlerimi tamamlayacağım. Vilayetname’deki bir anekdotdan kenidisine tabi olan müridlerine “tevella” telkin ettiğini öğrendiğimiz Hacı Bektaş’ın Türk geleneğine uygun güçlü bir ehlibeyt sevgisine sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Hünkâr, Ahmet Yesevî’nin verdiği icazetnameyi çıkarmak isterken gökyüzünden duman gibi bir şey indi.Bir de baktılar inen bir yeşil fermandı.Yeşil sahife üstüne akyazıyla besmeleden sonra icazeti yazılıydı. Okuyup anladılar. Hünkâr hakkında hiçbir şüpheleri kalmadı. Hünkâr önüne geldiler. Hünkâr başlarındaki kisveleri tekbirledi, onlara tevellâ telkin eyledi.Böylece Rum ülkesine ilk tevellâyı Hünkâr getirdi.
Hacı Bektaş’ın icazetnamesiyle ilgili şüphenin giderilmesinden sonra kendisine mürid olanları tevellâ telkininde bulunması esasen onun Makâlât’ındaki Hz. Ali’yle ilgili kısa pasajları da anlamlı kılmaktadır. Buna göre tevellâ, Hz. Ali ve evladına sevgi beslemektir. Nitekim Ahmet Yesevî ve Yunus Emre’nin deyişleri arasında da aynı anlayışı açıkça görmek mümkündür ki bu, yukarıda bahsettiğimiz Türk dini hayatındaki Hz. Ali ve Ehl-i beyt algılamasıyla uyumlu bir anlayış biçimidir. Öyle anlaşılıyor ki tevellânın zıttı olarak teberranın Bektaşî geleneğine girmesi XVI. yüzyıldan sonra Safevî Şiiliğinin tesirinin sonucudur.
Kaynaklar:
-Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, I-II, çev. T.Yazıcı, Ankara 1989.
-Ahmed Rıfat, Mirâtü’l-Mekâsıd fî Defi’l-Mefâsıd, İstanbul, 1293.
-Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı Aleviliğin Tarihsel Altyapısı, 2. Baskı, İstanbul, 1996.
-Aşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. N. Atsız, Ankara 1985.
-Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik, I, Ankara 1998.
-Cengiz Gündoğdu, Hacı Bektâş-ı Velî, Ankara 2007.
-E.Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, Ankara 1990.
-Esat Coşan, Hacı Bektaş Velî, Makalat, İncelemeler, Seha Neşriyat, İstanbul trz.
-Hamza Aksüt, Alevi Erenlerin İlk Savaşı (1240), Ankara, 2006.
-M.Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4.baskı, Ankara 1981.
-Mehmet Atalan, Muhammed b. El-Hanefiyye ve Anadolu’daki Tezahürleri, Ankara 2007.
-Vilâyet-nâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, haz. A. Gölpınarlı, İstanbul 1990
* Prof. Dr., SDÜ İlahiyat Fak., Öğretim üyesi, Isparta, mss@ilahiyat.sdu.edu.tr